Yıldız tarihi kaç hiçbir fikrim yok. Ankara'ya geleli hatırı sayılır zaman oldu. Geçmişimi Trabzon'da bıraktığım gün benim için unutulmaya yüz tutmuş bir hayalden farksız artık.
Sevdikleri Trabzon'da, sevdiceği İstanbul'da, kahramanı Ankara'da, ipe sapa gelmez, tuhaf bir hikaye bu. Rakı eşliğinde yazıldığı doğrudur ama gerçekliğin sarhoşluğu, sarhoşluğun gerçekliğinden pek de farklı değildir çoğu zaman.
Hayat en çok insan sarhoş olduğunda koşu bandına benziyor bence. Durmadan koşup hiçbir yere gitmediğini fark etmek için beynin kendinden kısa süreliğine de olsa kaçıyor, kurtuluyor olması gerekiyor sanırım.
Hüznüm, vaad edilmiş topraklar gibi, gitmek istediğim yerden farksız. Neden bilmiyorum; ne hüznüme ne de mutluluğuma gidemiyorum. Hey garson, rakı getir bana demek ne kadar kolay ama bir koşu bandından inmek neden bu kadar zor?
Merkezinde olduğumuzu sandığımız hayat ne kadar da birbirine bağımlı olgudan ibaret aslında. Kesişen hayatlar ve benimki, bizimki gibi bir türlü kavuşamayan hayatlar... Başyapıtımı yazalı uzunca zaman oldu ama hiç başyapıtım olmadığını ve belki de olamayacağını anlamam çok da uzak bir tarih değil, bilirsin.
Tuhaf olmak... Normal olmak, istediğim bir şey olmadı hiçbir zaman. Ama tuhaf olmak istediğim şey miydi bilemiyorum. Bu yazıyı yazdığım yerde bile tuhafım, garibim. Koşu bandına kısa süre de olsa ara vermişimdir belki, kim bilir...
"Hiçbir şeyi yapmak için bundan daha yetenekli olmana gerek yok" demişti biri. Hiçbir şey yapmamak için de bundan daha yetenekli olmam gerekmemesi büyük talihsizlik.
Kendime haksızlık etmemem gerek. 7/24 ara vermeden koşuyorum. Hiçbir yere varmadan, olduğum yerde aralıksız koşuyorum. Dursam gönül razı değil; koşuyorum, kimse razı değil.
Hep bilgisayar ya da tahta başında gördünüz beni. İşte bu da kağıt başındaki halim. Hüzünlü, yorgun, karamsar... Hasret halinde olan, özlem duyan kimseler için bir sıfat olsaydı dilimizde benim için pek uygun olurdu sanırım.
"Keşke bu kadar akıllı olmasaydın da benim yanımda dursaydın" demişti annem. Hiç yanılmazdı ve yanılmadı yine. Gittim, gittim ama ne gerçekten gidebildim ne de kalabildim. Yazının başında da söylediğim gibi gurbetçi bir orta sınıfın hüzünlü bir hikayesi oldu benimki.
Kürk Mantolu Madonna okuyabilmek, Aylak Adam ve Yabancı'yı soranlara tavsiye edebilmek, Tutunamayanlar'ı okumuşlarla göz göze gelince bir ufak rakı yuvarlamış gibi hissetmek en büyük ödül belki bana.
Hiç gitmedim dememem lazım belki ama bir dirhem İstanbul yolu alamamak gülünç biraz da. Trafiğinden, kalabalığından ölesiye sıkıldığım İstanbul sırf içindeki biri yüzünden böyle uzak, böyle ulaşılmaz... Bu kısım anlatılmaz, anlatmaya yetecek rakı nice üzümle yapılmaz.
Üzgünüm. Yapabileceğimi, yapacağımı düşündüğünüz her şey için üzgünüm. Hiçbir yere gidemedim, hiçbir şey yapamadım. Buraya kadar okuduysan -tebrik ederim- seni sıktığım için de üzgünüm. Şimdi koşu bandına dönmem gerek. Koşup da gitmemem gereken daha çok yol, daha çok yer var...
Follow me on Twitter