geri

Kurumların nitelikçe yetersiz bilişim personeli ve memleketin boşa harcanan bütçeleri

20/12/2012

Bu yazıyı kaleme almadan evvel oldukça uzun zaman düşündüm. İçerikten çok neyi ne kadar anlatmalıyım, kişilere yanıt hakkı doğurmadan olayları nasıl paylaşmalıyım noktasında kafa yordum ve sonunda yaşanmış gerçek olayları anonim özneleri ile aktarmaya karar verdim. Her biri şahsımca yaşanmış olaylar aracılığıyla Göktürk-2 ertesi iyimser ortamın aksine bilişim konusunda nasıl da çağ dışı kaldığımızı anlatmaya çalışacak, yetmiş milyonluk Türkiye'nin nasıl güç bela sıradan bir uydu yapabildiğinden ve diyanet işlerinin bir yıllık bütçesinin curiosity projesinin bütçesinden fazla olduğundan dem vuracağım. Ağlanacak halimize gülenleri örnekleyeceğim ama ben gülmeyeceğim, gülemeyeceğim. Gelecek nesillere sorumluluklarımı hatırlayıp üzüleceğim.

Hayatımın ilk yirmi üç yılını Trabzon'da geçirdim. Okudum, bilgisayar mühendisi diploması aldım ve bir süre de yerel bir şirkette görev yaptım. Daha sonra "oğlum, devlet işi garanti iştir" diyen babamın ısrarlarına dayanamayıp KPSS ile Ankara'da bir kamu kurumuna yerleştim. Henüz yirmi üç yaşındaydım. Hayallerim ve bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjim vardı. Kuruma gittiğim ilk gün kullanacak bilgisayarı bırakın, oturacak sandalyem yoktu. Bir kenara çöktüm. Hayatım boyunca en yoğun duygusal bağ kurduğum Siemens SX1 telefonum ile türlü oyunlar oynadım. Arada bir odadaki bilgisayarda sıra bulursam Zuma oynama zevkine de eriştim. Bu durum iki hafta boyunca devam etti. Derken bir gün bir konuşmaya denk geldim. Excel kullanarak bir sorunu çözmeye çalışıyorlardı. Neden SQL kullanmıyorsunuz dedim. Sen program yazmayı biliyor musun dediler. Ben kod yazmak için doğdum dedim. Güzel dediler. Sonraki hafta onlara bir evrak takip sistemi yazdım.

PVC pencere ile ayrılmış bir tür sistem odaları vardı. Camın ardındaki Sun main frameleri, Itanium makinaları ilk gördüğüm gün neredeyse çıldıracaktım. Bunlar nedir dedim. Bozuk dediler. Peki dedim. İki hafta sonra acaba açmayı denesem mi dedim. Denedim. Evet makinalar bozuktu. Çünkü üzerlerinde Debian vardı ve bilmeyen zihinler için üzerinde Windows olmayan her makina bozuktu. Sonraki haftalar boyunca kendimi sistem odasına kapattım. Itanium makinaları ayağa kaldırdım. Forum ve hata takip sistemi kurdum. Evrak takip sistemini iyice geliştirdim. İnsanlar çocuklarını benimle tanıştırmak için kuruma getirmeye başladılar. Daire başkanım "oğlum benden daha çok çalışıyor" diyordu benim için. Ben o gün orada olmasaydım Sun mainframeler, Itaniumlar ve Silicon Graphics makina(neden oradaydı bilmiyorum) orada huzurlu uykularına devam edeceklerdi. Yolları bir şekilde bir süreliğine benimle kesişti ve sonra ayrıldı. Ben o kurumdan ayrılınca her şey eski haline geri döndü ve huzur buldu ne yazık ki.

Daha sonra karakter testi de dahil altı ay süren uzun sınavların ardından başka bir kurumda görev yapmaya başladım. Burada sunucularda Red Hat kullanıldığını gördüm. Bir avuç çalışan ve düşük bütçelerle inanılmaz işler başarılıyordu. O tarihten sonra evde ve ofiste Linux dışında işletim sistemi kullanmayı bıraktım. Kurumda yalnızca bir Windows sunucu vardı. Bir sabah işe geldiğimizde bu sunucuyu hacklenmiş bulmamız ömrünün sonu oldu ve tüm sistemler Linux oldu. Oradaki ekip asla durmuyordu. Bir gün Ubuntu server deniyordu, bir başka gün ise CentOS. Yetkin ekiplerin çok düşük bütçelerle sıra dışı işler başarabildiğini ilk kez orada gördüm. Bu durum elbette piyasadaki büyük oyuncuların dikkatini çekmiyor değildi. Bir toplantıda mevcut sistemlerin bırakılıp kurumun bol dolarlı şirketlerin eline terk edilmesi gereğinden bahseden bir kurum kıdemli çalışanına "Bu parayı neden veriyoruz?" dedim. "Ne var, cebinden mi veriyorsun?" dedi. O gün anladım ki bu işler farklı işlerdi. Bir mühendisin bu tür işlere akıl sır erdirmesi pek mümkün değildi.

Aradan zaman geçti, kurumdaki bozulmuşluk seviyesinin mevcut iktidar ile birlikte üstel şekilde artması dolayısıyla o kurumdan da ayrıldım ve kendi şirketimi kurdum. Zaman içerisinde yine yolum kamu kurumları ile kesişti. Bir proje için sunucu istediğimde üzerinde Windows 2008 Server ve MSSQL Server kurulu olduğunu gördüm. Ben yalnızca sunucu istemiştim dediğimde gözlerime anlamsızca baktılar. Üzerine CentOS ve PostgreSQL kuracağım desem düşüp bayılabilirlerdi, demedim. İşletim sistemini değiştirmedim, yalnızca PostgreSQL kurdum. Fakat malum firma kazanacağını çoktan kazanmıştı bile. Ben ise gecelerce emek verip o firmanın kazandığının binde birini kazandım. Neyse ki aşkla kod yazıyorum, yanıma kar kalıyor.

Uğur nam-ı diğer vigo, e-tohum seminerinde .net geliştiricilerini geliştirici olarak kabul etmiyorum demişti. İzleyicilerden biri işleri nasıl kolayca halledebiliyorsak öyle yapıyoruz dedi. Bunu söyleyenin hayatında hiçbir yazılım projesini tamamladığına inanmıyorum. Yazılım projesi halledilen bir şey değildir, bir süreçtir, evrilir ve ne yazık ki asla bitmez. Her sağlam proje yöneticisi bilir ki ortaya saçılan kodların bakım maliyeti geliştirme maliyetinin üzerine çıkar.

Türkiye insanlarında profesyonellik konusunda büyük bir sıkıntı var. Geçenlerde bir çakmak aldım fakat çakmak yanmıyordu. Epeyce söylendim. Görenler de bir miktar şaşırdılar aslında bu duruma. Oysa durum göründüğü kadar basit değil ne yazık ki. Bir çakmaktan yemek yapmasını ya da Mars'a robot göndermesini beklemezsiniz. Beklediğiniz tek şey çakması, yanmasıdır. Bir çakmak yanmıyorsa ortada büyük bir sorun vardır. Türkiye'de insanlar maalesef görevlerini mükemmel şekilde yerine getirmiyorlar. Çoğunluk sözünü ettiğim çakmak gibi çakmıyor, yanmıyor. Profesyonellik çalışanlar arasında hak ettiği yeri bulamamış durumda.

Herkes işini aşk ile yapsa kurumların bilişim bütçelerini yarıya düşürüp kalan bütçeyi çalışanların mutluluğuna ayırabiliriz. Aşk ile çalışmak, aşk ile kod yazmak başka bir şeydir. Herkes sevebilir ama aşık olmaz. Herkes kod yazabilir ama aşk ile yazılan gibi olmaz.

Sevgi ve saygılarımla,
Fehmi Can Sağlam.

Follow me on Twitter